Mutluluk
Geçenlerde okuduğum çok güzel bir kitaptan bir şeyler paylaşmak istiyorum, mutluluk ile ilgili bir bölüm vardı çok beğenmiştim, belki dönüp biz de ahvalimize bakıp bir tefekküre gireriz. Bu vagon nereye gidiyor diye..
Mutluluk
Akıl ve vicdan sahibi her insan, hatta basit bir hayvan bile bu varlık ve kalabalıklar âleminde ihtiyaç duyduğu andan itibaren mutluluğu aramaya başlar. Bu öyle değişmez bir kanundur ki doğa kanunları değişse bile değişmez.Hayvanlar zihinsel kanaatlerine göre genellikle göreceli bir mutluluk bulur. İstekleri, zevkleri ve düşünceleri sınırlıdır.
Ama insan öyle midir?
İnsan hariç... Ozlem duyduğu şeyin ne olduğunu tam anlamıyla bilmediğinde bile arzusunda sınırsızdır.
Nice mesut kimseler vardır ki hırs ve istek nedeniyle aslında mutlu olmadığını düşünür. Dünyayı cehenneme çevirir. Zaten en basit, en ilkel insanın, hatta bir çocuğun bile tükenmek bilmeyen istekleri vardır.
Bu yüzden insan hâlâ çözülemeyen bir bilinmezliktir. İnsan nedense yaradılışı gereği tuhaftır. Arzuladığı pek çok şeye ulaşır fakat sonrasında hırsı artar.
Acaba mutluluk nedir?
İşte bunu bilen kimse yok. Âlemin gürültüsünden habersiz delileri mutlu saymak mümkün olabilir.
Bir şehri tiyatroya, halkını oyunculara benzetmek mümkün.Bir gün şehrindeydim. Mecburen herkesle iletişimim var(II. Pek insanı tetkik süzgecinden geçirdim. Bunlar anlamlı anlamsız pek konuyu kendilerine dert eclindikleri için mutlu değillerdi.
130 koca memlekette üç kişi dikkatimi çok çekti. Biri oturduğuın mahallenin imamı, Diğeri Tekkesi'nin şeyhiydi. İkisi de gerçekten çok garip insanlardı.
İmam efendi çok ders görmüş, Ezher'e kadar gitmiş, hali vakti yerinde, ağzı laf yapan, itibar sahibi, nüfuzlu ve aynı zamanda çok girişken ve ileri derecede mutaassıp bir kişilikti.
Şeyh efendi de babasından miras kalan tekkenin düzenli geliriyle rahat bir hayat yaşıyordu. Israiliyat'a, evliya ve enbiya hikâyelerine vâkıf, birçok safsata ve hurafe bilen, bütün sema ve ayin usullerini hatmetmiş, mütemadiyen rüya gören, cin çağıran, şeytan toplayan ve onları bağlayan bir adamdı.
İmam efendi herkese muhalefet eder ve ahlakın zayıfladığından dolayı kıyamet gününün yakın olduğundan bahsederdi. Herkeste bir ayıp ya da kusur bulurdu. Kimsenin kıldığı namazı, aldığı abdesti beğenmezdi. Ona göre kendinden başka doğru Müslüman yoktu,
Bununla birlikte köylülere para vererek tefecilik yapmak, yoluna göre domuzu bile kuyruğuyla yutmak, kadere teslimiyetten bahsettiği halde gök gürlediğinde bunu unutup kulaklarını tıkayarak dehşetli sesi duymamaya çalışmak, vaktinin büyük kısmını gayrimeşru eğlencelerle geçirmek, gereksiz tatsızlıklara maruz kalarak kötü ahlakıyla kendi mutluluğunu baltalardı.
Şeyh, cin çığırmak şöyle dursun, cinin korkusundan geceleri tuvalete bile yanında karısı olmadan gidemiyordu. Kızının ne yapıp ettiğinden bazen haberi olur bezen hiç ilgilenmezdi. Basit,aptal, tam anlamıyla miskin bir adam olduğu için elindekileri küçiik tedbirlerle yönetip mutlu olmayı başaramıyordu. Her zaman sıkıntı içindeydi.
Asıl önemli olan üçüncü kişiydi. Yaptığım araştırmalara göre bu kişi hayatından memnun, asgari düzeyde mutlu bir aile yapısına sahipti.
Şehirde dolaşırken, bulunduğum yerin beş on adım ilerisinde Hamdun isimli bir marangozla tanışmıştım. Otuz kırk yaşları arasında, yapılı, sağlıklı bir adamdı. Her zaman neşeliydi. Gelip geçtikçe selam verirdim.
Bir gün yine selamladıktan sonra dükkânının bir köşesinde iskemleye oturdum. Beni memnuniyet ve saygıyla karşıladı. Küçük çırağını kahve ısmarlamaya gönderdi hemen. Hamdun Ağa hem tahtayı rendeliyor hem de benimle sohbet ediyordu.
"Bir marangoz boş durarak ve çene çalarak vaktini boşa harcamamalı” diyordu. "Kusura bakma. Yanımda çalışan bu üç çırak da benim oğullarımdır. Beni tembellik ederken görürlerse onlara kötü örnek olmuş olurum. O nedenle seninle sohbet ederken çalışmak zorundayım, bunun için kusura bakma! ”
Biri yirmi, diğeri on beş ya da on altı yaşlarında iki genç, diğer tezgâhların başında çalışıyorlardı. İkisinin de pazıları pehlivan gibi..
Dükkâmn iç tarafında da az önce bana kahve ısmarlamaya giden sekiz on yaşlarındaki tombul çocuk da talaş ve yongaları ayırıp çuvallara dolduruyordu.
Ben de hem kahvemi içiyor hem de sohbet ediyordum.
"Hamdun Ağa!” dedim. "Maşallah, Allah bağışlasın oğullarını. Demek üçü de senin?
Hamdun Ağa gururlanarak "Ever” dedi. i'l.JçÂi de oğullarım_ dır. Şu en büyüğü ilk çxjcuğumdur. Yirmi yaşına girecek yakın _ da. Memleketin en yetenekli, en çalışkan marangoz ustalarından biridir. Hat'ta kendi kendine benim bilmediğim zeytin işlerini, kabartma ve oymâcılığı da öğrenmiştir. Yakında bu sanatı benimseyen inşaatçı Yahudileri de geride bırakacak. Günlük yevmiye olarak bir mecidiye veriyorum ona.”
"Kimden alıyor yevmiyesini?”
"Kimden alacak, benden alıyor tabii ki. Bir oğlum olmasaydı dükkânımda başka bir usta çalıştırmak zorunda kalacaktım. Becerikli bir usta günde bir mecidiye de kazanmasın mı? Dışarıdan usta alıp çalıştıracağıma kendi oğullarımı çalıştırıyorum.”
Ben de hayretle "Bir baba oğluna yevmiye verir mi?” dedim.
"Tabii ki verir” dedi Hamdun Ağa. "Bir çocuk babasının yamnda yevmiye almadığında ne işi öğrenir, ne de iyi bir iş yapar. Fler şeyi burnunun ucuyla baştan savma yapar. Çünkü çalışmasına karşılık babasının ona baktığını düşünür ve ahlaksız olur, Oysa emeğinin karşılığını aldığında hem işini severek yapıp gelişir hem de para kazanmanın kıymetini öğrenir. Bu yüzden oğullarıma emeklerinin karşılığı olarak yevmiye veriyorum. Ortanca oğlum da on kuruş alır, Fakat üç gün sonra cumartesi hafta başında yevmiyesini on beş kuruşa yükselteceğim, Becerikli bir kalfa olduğu için bunu hak ediyor. Küçük oğlum da benim rahmetli ustamdan ilk aldığım yevmiye kadar kazanıyor. Ona da yirmi para veriyorum. Çok çalışkan ve girişimcidir. Hatta ağabeylerine karşı üstünlük sağlayacak gibi görünüyor. Aslında onun da hakkı bir kuruştur ama ne var ki iki defadır acelesi ve dikkatsizliği yüzünden yevmiyesi kesiliyor. Eğer bir daha kesilmezse bir kuruş almayı hak edecek. Ben dikkatsizleri sevmem.”
"Oyleyse evin giderlerini de ortak karşılıyorsunuz?”
"Olur canım hiç öyle şey? Hiç oğlum olmasaydı evimin giderine kalfalarımı, çıraklarımı mı ortak edecektim? Ya çocuklarım kendi paralarını kazanmaktan âciz olsalardı ne olacaktı, evin giderlerine ortak olabilirler miydi? Oğullarım kazandıklarını biriktiriyorlar. Büyük oğlum biraz daha para biriktirdiğinde benim sermayeme ulaşacak. Ona güzel bir dükkân açacağım ya da buraya ortak yapacağım. Sonra da evlendireceğim, evimiz torunlarla şenlenecek. Sonra da ikinci oğluma ve üçüncüsüne gelecek sıra...” "Demek sen zengin bir adamsın Hamdun Ağa” dedim.
Bunun üzerine Hamdun Ağa da oğullarına seslenerek "Kaldırın kollarınızı” dedi.
Oğlanlar da kaldırdılar kollarını.
"Buraya bak Aynalı Baba” dedi Hamdun Ağa. ” Bu sekiz kol zenginlik değil midir?”
Sonra yine çocuklarına dönerek "Hadi oğullarım, siz işinize devam edin” dedi.
Hamdun Ağa bana bakarak "Büyük oğlum için gerekli bütün hazırlıkları yaptım ben” dedi. "Ortanca oğlanınkini tamamlamak üzereyim. Bilir misin Aynalı Baba, ben yirmi yaşında evlendim. O zaman günlük yevmiyem yedi kuruştu. Evlendikten bir yıl sora büyük oğlum doğdu. Ustam rahmetli Hacı Mürteza, günlüğümü on beş kuruşa çıkardı ve bana yol gösterdi. O günden beri günlük kazancımdan bir buçuk kuruş oğlum için, üç kuruş hastalık halinde çalışamayacağım zamanlarımın masrafı için, on para bayramlarda çocuklara dağıtmak için, on para sadaka vermek için, üç kuruş da sermaye biriktirmek için, iki kuruş ev kirası, giyim kuşam ve ıvır vızır giderler için kenara para ayırmaya başladım. Kalan beş kuruş bize bol bol yetiyordu.”
Bu düzenli yaşam şekli ve disiplin çok ilgimi çekmişti.
"Anlaşılan rahmetli ustan Hacı Mürteza iyi bir adammış” dedim.
Marangozun gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
"Allah rahmet etsin. Bugünümüzü ona borçluyum.”
"Allah mutluluğunu artırsın Hamdun Ağa. Allah karına ve çocuklarına sağlıklı uzun ömürler versin” dedim.
Bu duam marangozun çok hoşuna gitm işti. Once küçük oğlan, sonra da diğerleri gelip elimi öptüler. Bu mutlu aileyi tanımaktan çok memnun olmuştum. Gözlerim doldu.
"Şimdi bana bir gününüzü nasıl geçirdiğinizi anlatın” dedim.
"Her sabah erken saatlerde uyanırız. Yaz kış soğuk suyla yüzümüzü yıkarız. Küçük büyük hepimiz birer kahve içeriz. Ailece biraz sohbet ettikten sonra erken saatlerde karımın pişirdiği çorbayı odamıza alır içeriz. Derken kalkıp dükkâna geliriz. Birimiz evin ihtiyaçlarını alır eve götürür. Herkesin günlük görevini veririm, çalışmaya başlarız. Öğlene doğru karnımız acıkınca küçük oğlum eve gidip yemeğimizi getirir. Karnımızı doyururuz. Komşu kahveden bir kahve söylerim, oradaki gazetelerden alırım. Büyük oğlum gazeteye göz atar, önemli haberleri bize söyler.”
"Vay vay evlatların okumayı biliyorlar.”
"Hem okurlar, hem yazarlar.”
"Deme! Onları okula da gönderdin?”
"Hayır. Mahalle okullarına giden çmcuklar hem yıllarca çok vakit kaybediyor hem de ahlaksız oluyor, ayrıca bir şey de öğrenmiyorlar. Ben fakir bir öğretmen buldum. Her sabah bir kahve ve iki metelik karşılığında dükkâna gelip çocuklara yarım saat ders verirdi. Oğullarım bir sene içinde hem Kuran-ı Kerim'i hem de gazeteyi okumaya başladı. Bize lazım olduğu kadar da yazabiliyorlar. Sonrasında ben öğretmenin söylediği kitapları düzenli olarak aldım. Oğle tatillerinde ya da akşam yatarken aldığım kitapları okudular. Günümüzü nasıl yaşadığımız konusuna geri dönersek, öğlende bir buçuk saat mola veririz. Gazete dinlemek zorunlu değildir. İsteyen bir saat uyuyabilir. Ben kahve tiryakisiyimdir. Hepimiz günde beşer fincan kahve içeriz. Akşamüzeri şehirde küçük gezintiler yaparız. Kış geceleri komşularımız gelir eve. Benim hammı komşuları çok sever. Dedikoducu değildir çünkü. Cuma günü karımla ve oğullarımla bahçeye gideriz, piknik yaparız. İşte bizim günlerimiz böyle geçer. Allah'a şükürler olsun bizim eve hastalık girmez. Hayatımız boyunca ben iki, karım üç kez hasta oldu. Düzenli yatar düzenli kalkarız. Abur cubur yemeyiz. Allah'a şükürler olsun çok mutluyuz.”
Yorumlar
Yorum Gönder